Zeka insanların problem çözme aracıdır. Düşünme, akıl yürütme, nesnel gerçekleri algılama, kavrama, yargılama, kavramlaştırma, sonuç çıkartma yeteneklerinin bütünüdür. Akademik başarı için zekanın birçok özelliği arasından üçü öne çıkar ve belirleyici olur. Hafıza, soyut düşünce ve analitik düşünce. Bu özelliğe sahip olanlar iyi okulların sınavını kazanır ve yüksek akademik başarı gösterir. Bu gençler doktor ve mühendis olduklarında teknik olarak iyi doktor, iyi mühendis olurlar. Ancak akademik başarının hayat başarısı için iyi bir ölçü olmadığını herkes kendi hayat yolculuğunda defalarca gözlemiştir. Bunun çok temel bir nedeni vardır. Akademik başarı için gerekli olan zeka ile hayat başarısı için gerekli olan zeka farklıdır. Şimdi bu farkın ne olduğunu anlamaya çalışalım.
Üç tür sorun çözeriz. Birincisi basit sorunlar. Bunlara örnek olarak yemek tariflerini verebiliriz. Elde bir tarif vardır, deneme yapılır, ilk deneme başarısız olursa tekrar denenir, bir bilene sorulur ve sonunda istenen sonuç elde edilir. İkincisi zor sorunlar. Bunlar büyük çoğunlukla mühendislerin çözdüğü sorunlardır. Ergonomik bir koltuk dizaynından, uzaya uydu yerleştirmeye kadar bir çizgide yer alan ve insan hayatını kolaylaştıran bütün araçların tasarımı ve fonksiyonel duruma gelmesi bu sınıflandırmaya girer. Üçüncü grupta yer alan sorunlar karmaşık sorunlardır. Bunlar gündelik hayatta, yakın geçmişe kadar Hürriyet Gazetesi’nin en çok okunan köşesinde Güzin Abla’ya (ABD’de agony aunt Dear Abby), iş hayatında da danışmanlara sorulan sorulardır. “Eşim ve annem birbirinden nefret ediyor ne yapayım?” Psikologlara sorulan “İyi bir çocuk nasıl yetiştirilir?” “İyi bir ilişki nasıl yürütülür?” Yeni evli bir çiftin sorduğu “Eşim akşamları benimle yatmaya gelmiyor, ne yapayım?” soruları da bu gruba girer. İş hayatında danışmanların muhatap olduğu benzer sorular da bu sınıflandırma içinde yer alır. “Birbiriyle iş birliği yapması gereken iki bölüm, birbiriyle ilişki kurmuyor, ne yapmalıyım?” “Uzaktan çalışan ekibimde bağlılığı nasıl sağlayabilirim?” “Kuşaklar arası çatışmayı nasıl çözebilir, uyumlu çalışma ortamı yaratabilirim?”
Bu soruların çözümü için gerekli olan zeka türüne bilgelik zekası deniyor. Bilgelik zekası yüksek olanlar şu özellikleri taşıyor. Karşı görüş açısına geçebilmek, görüşler arasında denge sağlamak, bilgisinin ve gücünün sınırlılığını kabul etmek (dolayısıyla alçak gönüllülük), bağlamla uyum sağlamak, farklı bakış açılarını dengelemek, durumla ilgili değişim imkanlarını fark ederek çatışmalara uzlaşma yoluyla çözüm bulmak ve evrensel ahlaki ilkeleri gözetmek.
Bilgelik zekası yüksek insanların yaşam doyumları daha yüksek, meslek hayatları daha istikrarlı, ilişkileri daha sağlıklı ve uzun dönemli ve iyilik halleri de daha yüksek oluyor. Ayrıca ahlaki duruş ve beklentiler de fark yaratıyor. Çünkü bu özelliğe sahip insanlar mutlak gerçeğe ulaşmanın imkansızlığını, yaşamı etkileyen faktörlerin çokluğu ve çeşitliliğini, insan doğasının olumlu ve olumsuz cephelerinin farkında oluyorlar. Ayrıca hayatın belirsizliği ve öngörülemezliğini biliyor ve kabul ediyor; ölüm ve kayıplar karşısında ayakta kalma, acı ve sıkıntılara dayanma ve anlam bulma konusunda sağlıklı tepki veriyorlar.
Bilgelik zekası genellikle ellili yaşlarda gelişiyor ancak bu kural değil. Çünkü çok kişi hayatları boyunca bu özelliğin yakınından bile geçmiyor. Hatta yaşlandıkça daha katı ve sert olanlar hiç de az değil. Bağlam, kültür ve deneyimler bu özelliğin gelişmesinde önem taşıyor. Ancak bilgelik zekası elli yaşında ortaya çıkan bir molekül değil. Uygun eğitim ve örneklerle bilgelik zekasını yirmili yaşlarda dahi geliştirmek mümkün. Çünkü bu özellik yetenekten çok geliştirilebilir bir beceri.
Bu becerinin gelişmesi için benim düşündüğüm dört yöntem var.
Birincisi küçük yaştan başlayarak çocuklara grup halinde bir objenin resmini yaptırmak.
Sonra onları resimlerinin farklılığı konusunda konuşturmak. Bakış açısının farklılığının hayatta başka hangi durumlarda görüldüğü üzerinde sohbet etmek ve böylece onları farklı bakış ve konumlanmanın algıyı nasıl etkilediği üzerinde düşündürmek.
İkincisi soyut düşüncenin başladığı on üç yaşından sonra felsefe eğitiminin ve felsefi düşünmenin temellerini atmak. Öğrenmek kadar önemli olanın öğrendiğini sorgulamak olduğunu anlamasını sağlamak, yaşam olayları ve hayatla ilgili ikilemler üzerinde düşündürmek. Örnek: “Trenin beş kişiyi öldürmek üzere gittiğini görseniz ve raylara kumanda eden bir makas elinizin altında olsa, bir kişinin ölümüne neden olacak şekilde makası değiştirir misiniz?” Çok kişi daha iyi bir sonuç doğacağı için bu soruya ‘evet’ der. Bundan sonra gelen ikinci soru şu olur: Bir köprünün üzerinde olduğunuzu düşünün ve aynı kazanın olacağını görüp, yanınızda duran şişman adamı raylara atıp beş kişiyi kurtarır mısınız? Bu defa elde edilecek sonucu bir araç vasıtasıyla değil, doğrudan kendi eliyle yapacak olması nedeniyle, insanların çoğu ‘hayır’ der. Genci bu tür tartışmaların içine sokmak, temel ahlaki sorunların yarar açısından değerlendirilemeyeceğini erken yaşta düşündürür. Böylece adaletin işlevsellikten bağımsız olduğu anlayışı yerleşir. Bu gençler ilerde sorumlu görevlere geldiklerinde “işime yarıyorsa doğrudur” diye düşünmez ve adaleti işlevsellikten ayrı düşünmeye başlarlar. Ancak bu tür sorgulamalar rahatsızlık yaratacağı için kişiyi, iktidarı elinde tutan gücün ve hatta çoğunluğun gözünde, ‘kötü vatandaş’ yapabilir. Ancak kadın hakları, köleliğin kalkması ve eşit vatandaşlık gibi bugün sorgulamadığımız tüm toplumsal gelişme ve ilerlemelerin, başlangıçta rahatsızlık veren bu tür fikirler sonucu gerçekleştiğini unutmamak gerekir.
Üçüncü yöntem on dört yaşından başlayarak gençle beraber plastik sanat galerilerini ve bienalleri ziyaret etmek. Bu ziyaretlerde uzman bir rehberin eşliğinde ve soyut eserler önünde düşünmelerini sağlamak. Genellikle soyut eserlerin ne anlama geldiğini soranlara “sen ne anlıyorsan” denir. Bu gerçekçi bir yaklaşım değildir çünkü sanat eğitimi almamış bir insanın çok sayıda eserin önünden geçerken ona anlam yüklemesini beklemek yersizdir. Çünkü bir rehber veya uzman katkısı yoksa soyut resim ve heykel önünde duranların çoğu eseri “anlamsız” bulur ve içinden “böyle sanat mı olur?” veya “buna da sanat diyorlar” diye geçirir. Oysa bir sanat galerisini veya bieanil’i uzmanla gezmek kişiye, ilk bakışta anlam yükleyemediği eser aracılığı ile, başka bir dünyayı fark etmesine imkan verir. Böylece insan kendi bakış açısının dışına çıkar ve sanatçının gözünden, kendi iç dünyasında bir yolculuğa açılır. Resim, heykel ve enstelasyon (yerleştirme) olarak kavramsal sanat, farklı bakış açılarını keşfetmek, gördüğü dünyanın ötesine geçmek için eşsiz bir alandır.
Benim düşündüğüm dördüncü yol romanlarda çeşitli karakterlerin bakış açıları üzerine düşündürmektir. Böyle bir okuma ile gence; durum (bağlam), kişilik ve karakter özellikleri, değerler, ihtiyaçlar ve dış baskıların hepsini hesaba katarak alacakları karar veya yapacakları eylem için sorumluluk vermek geliştiricidir. Sigfried Lenz’’in ‘Söylenti’ romanı bu konuda iyi bir örnektir. Bir fiyord kasabasını işgal eden kuvvetler, bir süre sonra direnişle karşılaşır. Bunun üzerine işgal kuvvetleri komutanı kasabadaki yaşlı erkekleri rehin alır ve dağdaki direnişçilere, dağdan inip teslim olmazlarsa rehineleri öldüreceği haberini gönderir. Gençleri buradaki en az dört farklı bakış açısı üzerinde düşündürmek ufuk açıcıdır. Dağda özgürlük için direnen direnişçiler, görevini yapmak ve asayişi sağlama zorunda olan işgal kuvvetleri komutanı, rehin alınmış babalar ve dedeler, çocukları dağda eşleri ve babaları rehin olan kasaba kadınları. Mutlak gerçeğin olmadığı çok bilinmeyenli sorun üzerine tarafların sorumluluklarını düşünmek, duygularını hissetmeye çalışmak ve bu konuda diğerlerinin görüşlerini dinlemek ve farklı değerlerin varlığından haberdar olmak, kişinin kendi önyargılardan arınması için etkili bir egzersizdir.
Bu yaş sınırlarını mutlak olarak düşünmemek gerekir. Soyutlama becerisi ve ilgisine göre bu uygulamalar daha erken yaşlarda da başlayabilir.
ABD’de geçen yüzyılda herkesin dertlerine çare olan agony aunt Dear Abby’nin (Güzin Abla) eşiyle beraber yatağa gitmeyen çifte verdiği şu öneriyi henüz yapay zekadan duyamıyoruz. “Tek bir olay temelinde tartışırsanız ya çatışır ya da anlaşırsınız. Çatışır ve bir süre dargın kalır daha sonra barışır ve ateşli bir gece geçirir ve bu defaya mahsus sorunu çözdüğünüzü düşünürsünüz. Ancak birbirinizin ihtiyaçlarına duyarlı olmak ve saygı göstermeyi, ilke olarak benimser ve içselleştirirseniz, her seferinde çatışma çözmek zorunda kalmazsınız. Bu yolu seçmezseniz günlük hayatta her durum bir karara, her karar da çatışmaya döner. İlerleyen zamanla çatışmadan kaçınmak için iletişiminizi azaltmaya başlarsınız ve ilişkinize sessizlik hakim olur. Önce ekranlar, sonra yataklar ve odalar ayrılır. Bu nedenle çatışmaları karşınıza çıktıkça çözmek yerine beklenti, ihtiyaç ve sınırlarınızla ilgili açık iletişim kurun. Oluşturacağınız uzlaşma gelecekteki çatışmaları önler ve kendi bakış açınızın dışına çıkmanıza imkan verir. Eşinizi yüzeysel olarak anlamak değil, onun önem verdiği konuya önem verdiğinizi göstermek gerçek bir bağın işaretidir ve ilişkinizin kalitesi ne kadar zamandır beraber olduğunuza değil, bağın derinliğine bağlı olur. Bunu sağlarsanız uzun yıllar mutlu yaşarsınız.
Bugün teknoloji ve psikoloji yapılan her işi ve konuyu yatay kesiyor. Teknolojinin ve psikolojinin ilişkili olmadığı hiçbir alan yok. Geçen yazımızda yapay genel zekanın yaşadığımız dünyayı nasıl değiştireceğini konu etmiştik ancak yapay genel zeka insan hayatına getirdiği büyük yenilik ve imkanlara rağmen henüz insanın sezgi ve birikimine sahip olarak karmaşık sorunları çözmek konusunda yeterli olgunluğa sahip değildir.