İnsanlar kendilerini niyetlerine göre, başkalarını da davranışlarına göre değerlendirirler. Bu nedenle başkalarının bizi değerlendirmesi ile bizim kendimizi değerlendirmemiz arasında fark vardır. Bu konu en çarpıcı biçimde performans görüşmelerinde ortaya çıkar. Özellikle Amerikan psikolojinin verdiği gazla gençler arasında oluşan narsisizm pandemisi insanların sahip olmadıkları özelliklere sahip olduklarına inanmamalarına ve sahip oldukları özellikleri de abartmalarına neden oldu. Bu gelişmede ailelerin çocuklarını, “tek ve biricik” olduklarına ve dünyanın onlara borçlu olduklarına inandırmaları da etkili oldu. Bunun sonunda dünya “hakları” olduğunu düşünen ancak sorumlulukları olduğundan habersiz insanlarla doldu. Bir düşünür gerçekle algımız arasındaki farkı kapatmak için “tanrım bana kendimi başka insanların beni gördüğü gibi görme gücü ver” demiştir.
Atalarımız, “akıllar pazara çıkmış, herkes kendi aklını almış” demişler. Kişi Dünyanın en zeki insanı olduğuna inanmasa da, çevresindekilerden daha akıllı olduğuna inandığı için, kimse kendi aklından vazgeçmez. İnsanlar kendilerini değerlendirirken ne ölçüde gerçekçi olurlar? Kendimize olan güvenimiz ne ölçüde objektif verilere dayanır? Bu sorulara ışık tutmak hem eğlenceli, hem de aydınlatıcı sonuçlar verir. Bunun için önce ABD’nin batısına uzanıp Seattle’da yapılan bir araştırmaya göz atmak yararlı olacaktır.
Bundan yaklaşık 30 yıl önce Seattle’da iki psikiyatrist elli sürücüye şu soruyu sormuşlar: ”En son direksiyonda olduğunuzda sürüş becerinizi, dikkatinizi ve ruhsal durumunuzu nasıl değerlendirirsiniz?” Sürücülerin çoğu, kendilerini ve durumlarını “çok iyi” veya “%100” olarak değerlendirmişler. Ancak durumu fazlasıyla ilginç kılan, bu görüşmelerin hastanede yapılıyor olması ve sürücülerin ambulansla getirilmiş olmalarıydı. Polis raporlarına göre, sürücülerin % 66 sı yaptıkları hatadan bütünüyle sorumluydular. Yarısından fazlasının arabası hurdaya çıkmıştı ve yarısına yakını mahkemeden mahkumiyetle çıkacaklardı. Elli sürücü arasında sadece beş sürücü, “kısmen” hatalı olduğunu kabul etmişti. Bu beş kişi daha derinlemesine incelendiğinde, bu kişilerin depressif eğilimlere sahip olduğu görülmüştür. Bu açıdan bakınca depressif eğilimlere sahip olmak insanların kendi becerilerini daha gerçekçi değerlendirdikleri sonucunu çıkartmak yanlış olmaz.
Sizce sürücülerin böyle hayal dünyasında olmalarının ve kendilerini bu kadar hatalı değerlendirmelerinin özel bir nedeni var mıydı? Belki hayret edeceksiniz ama, bu sorunun cevabı, bu tutumun “normal” insan davranışı olmasıdır. Geçmiş yıllarda toplantılarda katılımcılara, “kendilerini çevrelerindeki kişilerle kıyasladığında, zihinsel beceriler, (satış becerisi, yönetim becerisi vb.) açısından ortalamanın üzerinde olduğunu düşünenler el kaldırsın” dediğimde, salondakilerin dörtte üçünden daha az kişinin el kaldırdığına tanık olmadım.
Her insan kendisini olduğundan daha güzel, yakışıklı ve yetenekli görür. Atalarımızın dediği gibi, “kuzguna yavrusu şahin gözükür” ve bir süre sonra kuzgun da buna inanır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi bu, insana özgü “normal” bir davranıştır. Ancak bu noktada sorun ölçü sorunudur. Ölçü kaçtığı zaman ortaya “tedbirsiz iyimserlik” veya “kör iyimserlik” dediğimiz bir durum çıkar ki, para ile ilgili kararlar açısından bu durum çoğunlukla üzücü ve hatta bazen felaketle sonuçlanan adımların veya yatırım kararlarının nedeni olur.
Kahneman,”insanın başarı konusunda mutlak bir gerçekçilik içinde olması, hiçbir risk alamaması sonucunu doğururdu”, demiştir. Hiç şüphesiz bu durum önemli hiçbir konuda karar verememek anlamına gelirdi. Bu da insan için hiç de olumlu sonuçlar vermezdi.
Üçyüz girişimciyi içine alan bir araştırmada, “sizinki gibi bir girişimin başarı şansı nedir?” diye sorulmuştur. Katılımcıların %39‘u başarısızlık ihtimalinin, 10’da 7’den daha az olmadığını söylemiştir. Ancak, “siz kendi başarı şansını nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusunu ise, araştırmaya katılanların %81 i, “10’da 7’den fazla” diye cevaplandırmıştır. Katılımcıların % 33’ü ise başarısızlık ihtimalini % sıfır olarak değerlendirecek kadar yüksek bir özgüven göstermişlerdir. Oysa eldeki veriler, yeni girişimlerin % 50’sinin ilk beş yılda başarısız olduğunu göstermektedir.
Olumlu düşünce ve iyimserlik “iyi”dir. Ancak unutmamak gerekir ki, “doz zehirdir”. Gerçekçi olmayan iyimserlik ve aşırı güven hem para ile kararların, hem de belirsizlik içeren her konudaki kararların verilmesinde en büyük ayak bağıdır. “İyi düşün iyi olsun” mottosu hayatın gerçeklerini temsil etmeyen naif bir yaklaşımdır. Tıpkı Rhonda Byrne’in “Sır”rındaki “çekim yasası” gibi. Bu yaklaşım da hayatı temsil etmez ve hiçbir bilimsel temele dayanmaz. Kişinin kendisi dışındaki konu ve olayları “istemenin gücü ile istediği yöne çevirmesi, ancak saflara özgü bir inançtır.
İnsanlar saf olduklarını kabul etmeseler de, kendi çabalarına ihtiyaç olmaksızın, her şeyin kendiliğinden iyiye gidecek olması fikrinden hoşlanmaktadır. Muhtemelen politikacıların vaatlerinin gerçekleşmeyeceğini bildikleri halde, en büyük vaatleri yapan politikacıya oy vermelerinin de sebebi budur.
(*) Bu yazı “Akılsız Duyguların Cezasını Kararlar Çeker” kitabından değiştirilerek alınmıştır.